tours estambul ve ortaçağ felsefelerim

 tours estambul

tours estambul ve ortaçağ felsefelerim sizlere en güzel yaızları yazan tours estambul dediki  bütün felsefi fikirlerinin bulunduğu ve teoloji kadar felsefe açısından da çok zengin olan De Trinilate [Teslis Üzerine] (400-416); kozmolojisinin incelenmesi için son derece önemli olan Doğuşun Gerçek Anlamı Üzerine-, tarih teolojisi için çok önemli ve öğretisinin hangi noktasını incelersek inceleyelim hep gerekli olan devasa eseri De civilate Dei ITann Devleti Üzerine] (413-426). Her tür felsefi önerilerle dolu dinsel eserleri ise şunlardır: Enarrationes in Psalmos [Psalmos’taki Anlatılar]İ39Vden Augustinus’un kariyerinin sonlarına kadar); In Joannis Evangelium [Yuhanna İncilinde] (416-417), De anima et ejus origine (Ruh ve Kökeni Üzerine] (419-420). Bazı mektupların geniş incelemeler olduğu muazzam Yazışmaları ve kısaltılmış ifadelerin anlamına büyük ışık tutan Retractations (426-427) adlı eserini de unutmamak gerekir. Bunlara bir de Augustinus’un bazı felsefi eserlerinin -özellikle serbest sanatlar hakkındaki ansiklopedisi- kaybolduğunu ve burada yalnızca salt teolojik
yanı ağır basmayan eserlerinin söz konusu edildiğini eklersek, külliyatın genişliği hakkında bir fikir edinebiliriz. Bundan dolayı da tarihçi ele aldığı önemli temaların şematik sunuşuyla yetinmek durumundadır.
Augustinus’un eserinin felsefi bölümü, temel unsurlarının yeni-Platonculuktan ve özellikle de Plotinus’tan alınmış bir felsefi teknik yardımıyla kendi içeriğinin hikmetinin mümkün olduğu kadar ileriye götürmeye çalışan Hıristiyan imanın gayretini ifade eder. Bu unsurlar arasında Platon’un Alkibiades'te diyalektik olarak açıkladığı ve Plotinus’un da kullandığı insan tanımı Augustinus’un düşüncesinde çok belirleyici bir etkide bulunmuştur: insan, bir bedeni kullanan bir ruhtur. Hıristiyan olarak konuştuğunda Augustinus insanın ruhla bedenin birliği olduğunu hatırlatmaya özen gösterir; oysa filozof olarak konuştuğunda Platon’un tanımına döner. Bunun da ötesinde bu tanımı kapsadığı mantıksal sonuçlarla birlikte ele alır; bu sonuçların en önemlisi de ruhun bedenin üzerindeki hiyerarşik aşkmiığıdır.tours estambul Bütün bedende mevcut olan bütün ruh, onu canlı tutmak için durmaksızın onun üzerinde gerçekleştirdiği eylem sayesinde ona bağlıdır. Olup biten her şeye çok dikkat eden ruhun gözünden hiçbir şey kaçmaz. Dışarıdaki eşya duyularımızı etkilediğinde duyusal organlarımız bunların eylemine maruz kalırlar; oysa ruh bedenden üstün olduğu ve altta olan üstün olanı etkileyemeyeceği için ruh bunlardan etkilenmez. Bu durumda şunlar meydana gelmektedir: Ruh, uyguladığı dikkatli gözetim sayesinde bedeninde gerçekleşen bu değişimin gözden kaçmasına izin vermez. Bedenden etkilenmeden ve kendi faaliyeti aracılığıyla kendi özünden muhteşem bir kavrayış çabukluğuyla eşyaya benzer bir suret meydana getirir. Buna da duyum denilir. Demek ki duyumlar ruhun etkisinde kaldığı duygular değil de ruhun meydana
Duyumlardan bazıları bedenimizin durumu ve ihliyaçları hakkında, bazıları da bedeni çevreleyen eşya hakkında bizi bilgilendirirler. I5u eşyanın ayın edici özellikleri bunların değişkenliğidir. Zaman içinde kalan bu eşya onları kavramamıza izin vermeden onaya çıkar ve kaybolurlar, silinir ve birbirleriyle yer değiştirirler. Tam onlar var diyecekken yok olup gitmişlerdir bile. Gerçek varlık eksikliğine işaret eden bu istikrar eksikliği onları bilmemize engel olur. Bilmek, değişmeyen ve istikrarı sayesinde zihnin bakışı altında tutulabilen bir nesneyi düşünceyle kavramaktır. Aslında ruh. kendi içinde, bu tür nesnelerle ilgili bilgilerle karşılaşır. Bir hakikati her kavradığımız da durum böyledir. Çünkü bir hakikat bir olgunun ampirik saptanmasından çok farklı bir şeydir: Düşüncenin ona boyun eğmesi yoluyla idrak edilebilen bir kuralın keşfidir. 2 + 2 = 4 görüyorsam veya iyilik yapıp kötülükten kaçınmak gerektiğini anlıyorsam, algılanır olmayan, sadece idrak edilebilen ve temel özellikleri zorunlulukları olan gerçekleri kavrıyorum demektir. Bunların başka türlü olması imkânsızdır. Gerekli oldukları için değişmezler. Değişmez oldukları için ebedidirler. Gerekli, değişmez, ebedi şeklindeki bu üç yüklemi gerçektir diyerek özetleriz. Demek kı bunların hakikati varlığa sahip olmalarından ileri gelmektedir; çünkü yalnızca gerçekten olan gerçektir.
Düşünüldüğünde, ruhun içinde gerçek bilgilerin bulunması ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Bir anlamda bütün bilgilerimiz duyumlarımızdan türemektedir. Algılayabileceğimiz nesneler, gördüğümüz veya gördüklerimizden yola çıkarak hayal edebileceklerimizle sınırlıdır. Oysa algılanır eşyaların hiçbiri gerekli, değişmez ve ebedi değildir; tam tersine hepsi de olumsal, değişken ve geçicidir, Dilediğimiz kadar algılanır tecrübe biriktirelim asla gerekli bir kural elde edemeyiz. Çıplak gözle baktığımda 2 + 2 = 4 olduğunu görüyorum, fakat yalnızca düşüncem bunun başka türlü olamayacağını görmemi sağlıyor. Demek ki kendilerini ilgilendiren hakikatleri bana öğreten algılanır eşyalar değildir; diğer hakikatleri öğretmeleri ise imkânsızdır. Bu durumda gerçek bilgilerimin kaynağı kendim olabilir miyim? Fakat ben de eşya kadar olumsal ve değişkenim ve zaten bu yrızden düşüncem kendisine egemen olan hakikate boyun eğiyor. Akıl için gerçeğin zorunluluğu, bunun aklın üzerindeki aşkmiığınm işaretinden başka bir şey değildir. Akılda hakikat aklın üstündedir.
Demek ki insanın içinde insanı aşan bir şeyler vardır. Madem ki bu hakikattir, demek ki tamamen idrak edilebilir, gerekli, değişmez, ebedi bir gerçekliktir. İşte buna Tanrı deriz. Çeşitli metaforlar onu göstermek için kullanılabilir, sonuçta hepsi de aynı anlama sahiptir. O ışığıyla akla hakikati gösteren, idrak edilebilir güneştir; o

kendisine danışan akla içeriden cevap veren deruni Üstat tır; ona ne ad verilirse veril sin her seferinde hayatımızın hayatı olan, içimizden daha içsel olan ilahi gerçeği ta nımlamayı hedefleriz. Bu yüzden Tann’ya yönelen bütün Augustmuscu yollar benzer güzergâhlar izler: Dıştan içe ve içten üstün olana.
Bu yöntemle keşfedilen Aziz Augustinus’un Tann’sı aynı zamanda düşünceye özel ve düşünceye aşkın bir gerçek olarak ortaya çıkar. Isterbılim isler estetik veya ahlak alanında olsun onun mevcudiyeti her gerçek yargıyla dogrulanmaktadır; fakat doğasını kavrayamayız. Anladığımız takdirde yine Tanrı söz konusu değildir, çünkü o dille ifade edilemez ve biz onun ne olduğundan çok ne olmadığını daha kolayca söyleriz. Verebileceğimiz bütün isimler arasında onu diğerlerinden daha iyi ifade eden bir isim vardır;tours estambul bu isim kendisinin insanlar tarafından bilinmek istediğinde Musa’ya söylediği isimdir; Ego sum qui sum (Çıkış 111:14). O bizatihi varlık, (ipsum esse), bütüncül ve tam gerçektir (essentia), öyle ki ifade anlamında bu essentia unvanı yalnızca ona uygundur. Bunun nedenini daha önce gördük. Değişen, gerçek anlamda olmaz, çünkü değişmek; olmayı yine bırakacağımız başka bir şey olmak üzere olduğumuz şeyi olmayı bırakmaktır. Demek ki her tür değişim kendi içinde varlıktan v-e varlık olmayandan oluşan bir karışımı kapsar. Varlık olmayanı ortadan kaldırmak, değişime neden olan ilkeyi ortadan kaldırmak ve yalnızca değişmezlikle varlığı korumak anlamına gelir. Tanrı’nın her şeyden önce essentia olduğunu veya onun en yüce varlık olduğunu veya değişmezlik olduğunu söylemek aslında aynı şeyi söylemektir. Gerçekten olmak her zaman aynı şekilde olmak anlamına gelir: Vere esse est enim semper eodem modo esse: oysa yalnızca Tanrı hep aynı kalmaktadır: Demek ki o Varlıktır, çünkü o değişmezliktir.
Aziz Augustinus bu noktada Platon’la aynı görüşte olduğunun bilincinde miydi? Tann Devleti adlı eserinin olağanüstü bir bölümünde (Vlll:ll) bunu fark edebiliriz. Ona göre Çıkış kitabındaki “Olan” açık bir şekilde “değişmez olan" anlamına, dolayısıyla da Platon’un varlık olarak adlandırdığı anlamına gelmektedir; bu yüzden de bu durum, Augustinus’u Platon’un daha önce Eski Ahit’ten haberdar olduğunu düşünmeye sevk etmiştir. Aziz Aügüstinus’un bu essentia Tann anlayışı uzun süre Aziz An-selmus, Halesli Alexandre ve Aziz Bonaventııre’ün düşüncesini etkileyecekti; gerçek bilgiyi, idrakin Söz’le aydınlatılmasına dayandıran öğretiye gelince o da ortaçağ Au-gustinusçuluğunun belirleyici özelliği olacaktı. Yine de şuna işaret edelim ki bu öğreti belli bakış açısı değişiklikleriyle birlikte varlığını koruyacaktı. Bir yandan ortaçağ. Tanrı’nın özselliği kavramında Onun varlığının aşikâr olduğunu ispatlamaya yarayacak şeyler arayacaktı (örneğin Azız Anselmus ve Aziz Bonaventure); oysa Aziz Augus-

tinus bunu yapmamıştır. Öte yandan Aziz Auguslinusa esas olarak Tanrıya erişme amacıyla ilahi aydınlanmaya dayanırken, ortaçağ Auguslınusçulan Aristotelesçilerin bunun tersini savunan öğretileri karşısında bu tezi doğrulamak amacıyla onu tam anlamıyla bir epistemoloji tezi gibi geliştireceklerdi. Bununla beraber bu duruşlar arasında devam eden kendinden emin bir Augustinusçu kitle görebiliriz.
Augustinus’un, içsel hayatın verilerinin çözümlenmesine daha eğilimli olduğu fark edilmiştir. Bu onun en büyük yeteneklerinden biridir ve dehasının belirtisidir. Ona hirajlar'ı borçluyuz; Augustinus yine her sayfasında hayatın tazeliğine ve derinliğine rastlanan bu eşsiz kitap sayesinde Hıristiyan Teslis dogmasına derin bir biçimde damgasını vurmuştur. E. Portalie onun eserini özgün kılan yönü öyle güzel tasvir etmiştir ki, en iyisi sözü ona bırakmaktır; “Teslis’e getirdiği açıklamada Augustinus kişilerden önce ilahi doğayı tasarlamıştır. Onun Teslis formülü şöyledir: Üç kişide varolan tek bir ilahi doğa; oysa Yunanlıların anlayışına göre aynı doğaya sahip üç kişi bulunmaktadır. Gerçekten de o zamana dek Yunanlıların zihniyeti doğrudan kişilere takılıyordu: Tek Tanrı olarak algılanan Baba üzerinde (ilk zamanlar Deus, 6 0eoç yalnızca onun için kullanılmaktaydı), credo unum Deum Patrem-, sonra Baha'dan doğan Oğul üzerine, Deum de Deo ve son olarak da Baba olarak Baha’dan ve dolayısıyla da Oğul aracılığıyla meydana gelmiş Kutsal Ruh üzerine yoğunlaşmışlardı. Ancak tefekkür sonucunda, bu üç kişide tek ve aynı ilahi doğanın olduğunu kabul etmişlerdi. Bunun tersine Aziz Augustinus, ilk önce ilahi doğayı göz önünde tutmuş ve daha sonra gerçeğe eksiksiz olarak ulaşmak için kişilere geçmiştir. Bu anlamda Aziz Augustinus daha sonra skolastiklerin de kullanacağı bu Latin kavrama öncüllûk etmiştir. Ona göre Deus doğrudan Baha’yı değil de daha genel anlamda tanrısallığı ifade etmektedir; bu genel Tanrı kavramı, yine hiç kuşkusuz somut ve kişisel bir biçimde ta-sarlansa da, özel olarak şu veya bu zata işaret etmez. Tanrı-Teslis; zaman ve doğa sıralaması içinde gelişmeden, fakat kaynak itibariyle belli bir düzen içinde, yani üç kişi halinde -Baba, Oğul ve Kutsal Ruh şeklinde-gelişen tanrısallıktır."
Bu gelişme -ki bu gerçekten bir gelişmedir- Augustinus’un psikolojik tahliller -konusunda sahip olduğu yeteneğe doğrudan bağlı gibi görünmektedir. Birçok kez, özellikle de De Trinitate’de, yaratıcının eserlerinde ve açık biçimde insan ruhunda bıraktığı suretiyle kıyaslama yaparak, Tanrı’nın doğasını kavramaya çalışmıştır. Orada, insan ruhunun yapısında Kutsal Teslis’in ne olabileceği hakkında en güvenilir belirtileri bulmaktayız. Çünkü ruh. Baba gibidir; tıpkı Oğul veya Söz gibi varlığından idraki doğurmuştur; tıpkı Kutsal Ruh gibi bu varlığın aklıyla olan ilişkisi bir hayattır. Başka bir deyişle ruh ilk önce kendisini ifade ettiği (notitia) bir bilginin fışkırdığı bir

düşüncedir (mens) ve bu bilgiyle olan ilişkisinden de içinde taşıdığı şeyin sevgisj (amor) fışkırmaktadır. Zaten Baba Söz aracılığıyla konuşmuyor mu ve her ikisi de birbirini Ruh’ta sevmiyorlar mı? Kuşkusuz burada yalnızca suretler söz konusudur fakat insan gerçekten de Tann’nın suretinde ise, bu durumda bu suretler tam olarak boşuna değildir. Diğer yandan, aynı suretler ters yönde bir şokla bizi insan hakkında da bilgilendirirler. Teslis’in bir benzeri olmak kendisini bilen ve seven bir düşünce olmak değildir yalnızca; Baba, Oğul ve Ruh’un canlı tanığı olmaktır. Sokraies’in bize öğütlediği gibi kendini bilmek, kendini Tanrının sureti olarak bilmek, yani Tanrıyı bilmektir. Bu anlamda düşüncemiz Tann’nın belleğidir, onu orada bulan bilgi de Tanrı’mn idrakidir, her ikisinden kaynaklanan sevgi de Tann’nın sevgisidir. Demek ki insanda, insandan daha derin bir şeyler bulunmaktadır. Düşüncesinin geri çekilmesi (abditurn mentis) bizzat Tanrının bitmek tükenmek bilmez sırrıdır; onunki gibi bizim en derindeki içsel hayatımız da ilahi bir düşüncenin kendisine dair sahip olduğu bilginin ve kendine duyduğu sevginin kendi içinde yayılmasıdır. Guillaume de Sa-int-Thierry, Thierry de Vrieberg ve Üstat Eckhart bu dersi hatırlayacaklardı.
Bütün bu öğreti yaratılış fikrini de içermektedir; fakat yaratılış tıpkı Tanrı’yı bulduğumuz tarzda bize benimsetilmiştir. Tanrı, diğer varlıkların varlığını dogruladıkla-n essentia’dır, değişimin neden olarak gereksindiği değişmezliktir.tours estambul Daha önce söylediğimiz gibi değişmek, olmak ve olmamaktır veya tam olarak olduğumuzu olmamaktır. Gerçekten olmayan nasıl varlık sahibi olabilir? “Gerçekten olan”dan başka bunun nedeni ne olabilir ki? Bizatihi dönüşümlerinden dolayı eşya durmadan şunu ilan eder: Kendi kendimize oluşmadık, bizi meydana getiren Odur. Madem ki varlık anlamında sahip oldukları her şeyi Tann’dan elde ettiler; bu durumda kendiliklerinden sahip oldukları tek şey, varolmak konusundaki yetersizlikleridir ki, bu da varlık olmayandır. Demek ki onlar, kendi varoluşlarında hiçbir role sahip değildirler; kısacası eşya. Tanrı tarafından yoktan meydana getirilmiştir ve buna da yaratma denir.
Hiçbir surette değişmez olan Tanrı, yaratıcı fiilim zaman içine yaymamıştır. Kendini tamamen Söz’de ifade eden Tanrı, mümkün tüm varlıkların ilkörneklerini (arke-tiplerini), idrak edilebilir biçimlerini, bunların yasalarını, ağırlıklarını, ölçülerini ve sayılarını kendi içinde ezelden beri taşımaktadır. Bu ebedi modeller, yaratılmamış ve Söz’le eş-tözlü olduklarından Tann’yla da eş-tözlü olan İdealardır. Âlemi yaratmak için Tanrının bunu söylemesi yetmiştir; bunu söyleyerek bunu istemiş ve bunu yapmıştı. Bir anda, yani zaman seyri olmadan o anda olan, bugün olan ve sonra olacak olanı da, yani her şeyi
de artık yaratmamaktadır. Demek ki gelecekteki tüm varlıklar başlangıçta bizatihi maddeyle meydana getirilmiştir, fakat bunlar tohum halindedirler (raiiones semina-tes), bunlar ileriki zamanlarda Tann’nın oluşturduğu düzen ve yasalara göre gelişmiştir veya gelişeceklerdir. İnsan da bu kuralın istisnası değildir, fakat ruh konusu farklıdır. Âdem ve Havva, gelecekteki tüm insanların bedenleri, başlangıçtan itibaren, henüz varolmayan ve gelecekte varolacak varlıkların hepsi gibi, görünmez ve nedensel olarak maddede bilkuvve halinde mevcuttular. Demek ki Augustinus âlemin tarihini kesintisiz bir gelişme veya başka bir deyişle bir evrim olarak görmüştür; fakat bu evrim yaratıcı evrimin tamamen tersi bir evrimdir. Bireyler gibi bunların türleri de başlangıçtan beri vardı. Augustinus’un tasarladığı âlem, zamanın içinde yayılmakla ve zaman da onunla birlikte gelişmektedir, tıpkı şairin dehasının elde etmek islediği genel etkiye ulaşmak için her bölümünün, her cümlesinin ve her kelimesinin gelip yerine yerleştiği, geçtiği ve bir sonrakinin önünde silindiği devasa ve muhteşem bir şiir gibi.
Tanrı’nın en asil mahlukları, Augustinus’un bir bedene sahip olup olmadıklarını bilmediği meleklerdir, insan ise onlardan sonra gelir, meleklerden fazla altta değildir (paulo minuisti eum ab angelis), fakat insan daha önce söylediğimiz gibi bedeni kullanan ruhtan ve ruhun kullandığı bedenden oluşmaktadır. Saf bir şekilde tinsel ve sade olan ruh, bedeni canlandırmaya, onu yönetmeye ve ona dikkat etmeye sevk eden doğal bir yönelimle bedene bağlıdır. Onun sayesinde madde canlı ve düzenli bir beden haline gelmiştir. Bütün parçalarında bütüncül olarak bulunan ruh, insan olan bu birliği oluşturmaktadır, fakat bunun kökenin ne olduğunu bilmek çok zordur. Ru/ı ve Kökeni Özerine ’nin yazarı sonuçta bu sorunu çözemeyeceğini itiraf etmiştir. Tanrı başlangıçtan itibaren ruhların tinsel tohumlarını yaratmış mıdır yoksa gelecek ruhların daha sonra oluşacakları bir tinsel töz mü oluşturmuştur; yoksa onlardan geri alıp bedenlere eklemek üzere bu ruhların tohumlarını meleklere mi emanet etmiştir? Bunu bilmiyoruz ve Aziz Augustinus bu konuda bilgisizliğini çekinmeden ortaya koyma hakkını kullanmıştır.
Bu yaratılış öğretisinin ilham aldığı metafizik iyimserlik herhalde göze çarpmıştır. Ne kadar Platonculuğun etkisine maruz kalmış olsa da Augustinus maddenin kötü olduğunu, ruhun bir günahın cezası olarak bedenle birleştiğini bir an bile kabul etmemiştir. Manicilerin gnosıik düalizminden kurtulduğu andan itibaren asla tekrar buna düşmemiştir. Buna karşılık Augustinus ruhun bedenle ilişkisinin eskiden olduğu gibi ve olması gerektiği gibi olmadığını sürekli tekrarlamıştır. İnsanın bedeni ruhunun hapishanesi değildir, fakat ilk günahtan dolayı bu hale gelmiştir ve ahlaksal ha-

Değişmez olan Tanrı, varlığın eksiksiz halidir; bu yüzden de O mutlak ve değiş mez iyiliktir. Yoktan yaratılan insanın doğası iyi olduğu kadar iyidir; fakat o, ölçüyü göz önünde tutarak iyidir. Böylece iyilik varlıkla orantılıdır; buradan da iyiliğin tersi olan kötülüğün varlıktan geldiğinin kabul edilemeyeceği sonucuna varılır. Kelimenin tam anlamıyla kötülük yoktur. Bu isimle adlandırılan şey, iyiliğe sahip olması gereken bir doğada belli bir iyiliğin eksikliğini gösterir. İşte kötülük bir yoksunluktur derken bu söylenmek istenmiştir. Demek ki günahkâr doğa, günahla bozulduğu oranda kötüdür; ama doğa olarak iyidir. O, içinde kötülüğün de varolduğu ve onsuz varolamayacağı iyiliğin ta kendisidir.
Bu ilke, iyi bir Tanrı tarafından yaratılmış bir âlemde kötülüğün varlığını açıklamayı mümkün kılar. Söz konusu olan doğal kötülükse şunu hatırlamak gerekir ki her şey kendi içinde ele alındığında mümkün olduğu ölçüde iyidir. Kuşkusuz her mahluk sonunda ölecektir, fakat evren açısından değerlendirdiğimizde bir şeyin yok oluşu başka bir şeyin meydana gelişiyle telafi edilmektedir ve bir şiiri oluşturan heceler gibi bunların art arda gelişi evrenin güzelliğini oluşturmaktadır. Ahlaksal anlama gelince buna yalnızca akıllı mahluklann edimlerinde rastlanır. Aklın bir yargısına bağlı olduklarına göre bu edimler hürdür; demek ki ahlaksal günahlar, insanın cüzi iradesini kötüye kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda da bunun sorumlusu olan Tanrı değil kişinin kendisidir. Kuşkusuz buna şöyle karşı çıkılabilir: Tanrı insanı yanlışa sevk edebilecek bir iradeyle donatmamalıydı ve içinde kaçınılmaz bir tehlike içerdiği için hür iradenin mutlak bir iyilik olmadığını kabul etmek gerekir. Yine de bu hür irade iyiliktir, hatta iyiliklerin en büyüğü olan ahiret mutluluğunun koşuludur. Mutlu olmak her insanın yegane amacıdır; bunun için de Yüce İyiliğe doğru yönelmesi, onu istemesi, elde etmesi ve dolayısıyla özgür olması gerekmektedir. İnsan böyle davranacak yerde Tanrı’dan yüz çevirip kendisine ve kendisinden daha aşağıda bulunan eşyaya yönelmiştir. İşte hiçbir şeyin zorunlu kılmadığı günah da burada yatmaktadır ve insan bunun sorumluluğunu tek başına taşımaktadır.
İlahi yasanın ihlali olan ilk günahın sonucu bedenin ruha başkaldırmasıdır; kös-nül istekler ve cehalet buradan kaynaklanır. Ruh, Tanrı tarafından bedeni yönetmek için yaratılmışken, şimdi ruh, beden tarafından yönetilmektedir. Artık maddeye yönelen ruh, algılanırla beslenmektedir. Duyumları ve imgeleri kendisinden elde ettiği için bunları üreterek tükenmektedir. Augustinus’un söylediği gibi bunları oluşturmak için kendi tözünden bir şeyler vermektedir. Bu töz kaybından tükenen ve bir suret kabuğuyla kuşanan ruh, kendi kendini tanımaz hale gelir; yalnızca maddenin

gerçekliğine ve kendisinin bir beden olduğuna inanır hale gelir. İşle ruhun mezarı, beden değil de budur ve kurtulunması gereken kötülük de budur.
Ruh, bulunduğu bu güçsüzlük halinden kendi gücüyle kurtulamaz. İnsan kendiliğinden, yani hür iradesiyle düşmüş olabilir, fakat bu halden yükselmek için hür iradesi yeterli olmaz. Çünkü artık yalnızca istemek söz konusu değildir, aynı zamanda da bunu yapabilmek gerekmektedir. Augustinus’un kişisel tarihinin belirleyici anı; günahın keşfi;tours estambul insanın. Kefaret inayeti olmadan kurtulamayacağını ve ilahi yardım sayesinde bunu başarabileceğini keşfidir. Öğreti kariyerinin başından itibaren inayete. Aziz Pavlus’tan beri örneği görülmemiş bir güçle, vurgu yapmasının nedeni böylece anlaşılmaktadır. 412 yılına doğru başlayan Pelagiusçu-karşıtı ihtilaflar onun bu konu üzerinde daha çok durmasına neden olmuştur. Yirmi yıldan fazla süren bu tür tartışmalar boyunca ifadelerin ateşliliğini bazen azaltmak mümkün olmamaktadır. İnayetin zorunluluğu konusunda yönelilen itirazlara usanmadan cevap verirken hür iradeyi unutmuş gibi görünmüş olması veya bunun tersinin olması da mümkündür. Augustinus’un temel görüşü yine de açık ve istikrarlıdır; Günah yüzünden düzeni bozulmuş kösnül isteklerin saldırılarına karşı etkili bir biçimde karşı koyabilmek ve Tanrı’nın huzurunda ona layık olabilmek için insanın hür iradesi inayetten vazgeçemez. inayet olmadan Yasa’yı bilebiliriz; fakat inayet sayesinde Yasa’yı yerine getirebiliriz. ilahi bir inisiyatif olan inayet, düzelmemiz için her tür gayretlen önce gelmektedir. Kuşkusuz inayet imandan doğar; aynı zamanda imanın bizzat kendisi bir inayettir. Bu yüzden iman hayır işlerinden önce gelir, fakat bu demek değildir ki imandan dolayı hayır işlemek gerekmez; bunun tersine hayır işleri ve sevapları inayetten doğar. 0te yandan inayetin Tanrı’nın insanın hür iradesine lütfettiği bir yardım olduğunu unutmamak gerekir. Demek ki inayet hür iradeyi yok etmez; bunun tersine günah yüzünden mahrum kaldığı iyilik yapma yönünde onu yeniden etkili kılarak, onunla işbirliği yapar, iyilik yapmak için iki koşul gerekmekledir; İnayet olan Tanrı vergisi ve hür irade. Hür irade olmasaydı sorun olmazdı; inayet olmasaydı hür irade iyiliği istemezdi veya istese de onu gerçekleştiremezdi. Demek ki inayetin amacı iradeyi yok etmek değil de onu günah yüzünden saptığı kötü yönden yeniden iyiliğe sevk etmektir. İşte hür iradeyi (libavm arbitmm) iyi kullanma gücü tam anlamıyla özgürlüktür (libertas). Kötülük yapmak hür iradeden ayrılmazdır; oysa kötülük yapmamak bir özgürlük işaretidir ve hiç kötülük yapamama haline ulaşarak inayeti doğrulamak özgürlüğün en yüksek derecesidir. Demek ki Mesih’in inayetinin en eksiksiz bir şekilde egemen olduğu insan en özgür olan insandır; Libertas vera esi
Bu bütüncül özgürlüğe bu hayatta erişemeyiz; fakat onu ölümden sonra elde eı menin yolu, ona bu dünyada yaklaşmaktır. Bizler, Tanrı’dan yüz çevirip bedene yönelerek bu özgürlüğü yitirdik; ona ancak, bedenden yüz çevirip Tanrıya yönelirsek tekrar ka\mşabiliriz. Düşüş bir tamahkarlık hareketi olmuştur; Tanrıya yönelmek se-\nlmeyi hak eden tek şeyi sevmek olan bir merhamet harekelidir. Bilgi terimleriyle ifade edilecek olursa. Tanrıya yönelim algılanırdan idrak edilebilire, yani bilimden hikmete dönmeye çalışan aklın gayretidir. Idealann değişken yansımaları olan algılanır eşyanın incelemesine kendisini veren akla “alt akıl” denir; algıya dayalı bireysellikten kurtulma ve Ideaları idrak ile temaşaya doğru yavaş yavaş yükselme çabasını gösteren akla da “üst akıl” adı verilir. Platon ve Plotinus ulaşılması gereken noktanın bu olduğunu bilmekteydiler; hatta göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen kısacık vecd hallerinde buna zaman zaman ulaşmış görünmekteler. Doğal olarak bir Hıristiyan inayetin yardımıyla bu noktaya kadar yükselebilir; fakat ilahi ışığın dayanılmaz parıltısından dolayı gözleri kör olmuş bir halde yeniden kendi üzerine düşer. Ruhların Güneşine sabit bir şekilde bakılamaz. Fakat idrakin yapamadığını irade yapabilir. Nasıl ki tamahkarlık onu bir çekim merkezine çeker gibi bedenlere çeker, merhamet de Tanrı ile bütünleşmek, onda hoşnut olmak ve mutluluğu bulmak için iradeyi Ona doğru çeker. Hıristiyan kişi de bu anlamda filozof görünmektedir; çünkü paganların yapılması gerektiğini söyleyip yapmadıkları şeyi Hıristiyan kişi yapmıştır. Felsefe yapmanın tek nedeni mutlu olmaktır; gerçeklen mutlu olan kişi gerçekten filozoftur ve yalnızca Hıristiyan kişi mutludur; çünkü yalnızca o, bütün mutlulukların kaynağı olan gerçek iyiliğe sahiptir ve her zaman da sahip olacaktır.
Yalnızca Hıristiyan kişi ona sahiptir; aslında bütün Hıristiyanlar ona birlikte sahiptir. Tanrı’yı seven insanlar ona karşı duydukları sevgiden dolayı onunla bütünleşmişlerdir ve ona karşı duydukları ortak sevgiden dolayı kendi aralarında da birbirlerine bağlıdırlar. Bir halk veya bir topluluk, aynı iyiliğin arayışında ve sevgisinde birleşmiş insanların tümüdür. Demek ki hayat için gerekli olan dünyevi iyiliklerin -ki bunların arasında en yüksek iyilik bütün diğer iyilikleri kendi içinde taşıdığı için barıştır. düzenden doğan o huzurdur- peşinden gittikleri için zaman içinde birbirlerine bağlanmış dünyevi halklar bulunmakladır. Paganlar gibi insan olan Hıristiyanlar. dünyevi kentlerde yaşamakta ve düzenin sürmesine çalışıp ondan yararlanmaktadırlar; bununla beraber dünyevi kentleri ne olursa olsun, tüm ülkelerin, tüm dillerin ve tüm çağların bütün Hıristiyanları, aynı Tanrıya hissettikleri ortak sevgiden ve peşinde koştukları aynı ahiret mutluluğundan dolayı birbirlerine bağlıdırlar. Demek ki onlar da bir halk sayılırlar; vatandaşları dünyanın çeşitli kentlerindedir ve bu halkın

mistik merkezine de “Tanrı’nın sitesi/devleli” adını verebiliriz. Bütün seçilmiş kişiler, eskiden yaşamış olanlar, şu an da yaşayanlar ve gelecekte yaşayacak olanlar bu kente üyedirler. Günümüzde iki kent birbirine karışmış bulunmaktadır; fakat kıyamet gününde bu iki kent birbirinden ayrılacak ve ayrı yerlerde oluşturulacaklardır. Tann’-nın devletinin yavaş yavaş inşası büyük eserdir; bü inşa yaratılışla birlikte başlamış, o zamandan beri durmadan devam etmiş ve evrensel tarihe anlam kazandırmıştır. Aziz Augustinus’un devasa tarih eseri olan Taun Devleti Üzerine, tarihin bü teolojisinin genel hatlarını çizmeyi amaçlamaktadır. Bu tarihe göre evrensel tarihin bütün önemli olayları, Tanrı’nın istediği ve öngördüğü planın gerçekleşmesinin anlarıdır. Bütün bu tarih, büyük bir gizemle kuşatılmıştır; bu büyük gizem, günahtan dolayı düzeni bozulmuş bir yaratılışı canlandırmak için hiç durmadan uğraşan ilahi merhametin gizemidir. Seçilmiş halkı ve iyileri ahiret mutluluğuna vardıracak kaderleri, bu merhametin bizzat ifadesidir. Neden bazıları kurtuluşa ererken başkaları ermeyecek, aklımız bunu bilmez, çünkü bu Tann’nın sırrıdır; fakat bir şeyden emin olabiliriz ki o da Tanrı, tamamen doğrulanmış bir hakkaniyeti gözetmeden hiçbir insanı lanetlemez; ama bu kararın hakkaniyeti, öylesine derine gizlenmiştir ki, aklımız bu hakkaniyetin varlığından bile şüphe edemez.
Aziz Augustinus’un felsefi eseri büyüklüğü ve derinliğiyle, Hıristiyan düşüncesinin önceki ifadelerini çok gerilerde bırakmıştı ve etkisi gelecek yüzyıllar üzerinde çok büyük olacaktı. Onun izine her yerde rastlanacaktı ve günümüzde bile bu etkiyi hissetmek mümkündür. Augustinus’un düşüncesi en şematik haline indirgendiğinde Aziz Aquinolu Thomas’m gayet doğru ifade ettiği gibi şöyledir: “Katolik inancının izin verdiği yere kadar Platonculugu izlemek.” Hıristiyanlığın hoş görebileceği Pla-tonculuk dozu Augustinus’un tamamen felsefi bir teknik oluşturmasını mümkün kılarken, Platoncuların Hıristiyanlığa karşı direnişleri Augustinus’u özgün kalmaya mahkûm etmiştir. Dehası bu direnişleri alt etmesini sağladığı için Origenes’in kısmen başaramadığı teolojik eseri o başardı; fakat bu karşı çıkışlar bazı noktalarda yenilmez olduğu için felsefesinin özünde bulunan bazı belirsizlikler, Katolik düşüncesin de yeni bir reform ve bunları kaldırmak için yeni bir gayret çağrısı gibi kendisinden sonra da varolmaya devam ettiler. Aristoteles olmadan ne bu reform ne de bu gayret bir sonuç verebilirdi. Platon yaratılış fikrine ulaşamadan oldukça yakınlaşmıştı; oysa içerdiği insan kavramıyla Platoncu evren, varlık unvanını tek hak edenin yalnızca reel gibi görünen suretleridir. Aristoteles ise bu yaratılış fikrine yüz çevirmişti; bununla beraber tasvir ettiği ebedi âlem, tözsel bir gerçekliğe ve tabiri caizse bir yaratıcının eseri olmaya layık ontolojik bir yoğunluğa sahipli. Aristoteles’in âlemini yaratıya ve Pla-
tours estambul yazdı..

tesettür fiyatları

tesettür modelleri

tesettür giyim

abiye

tesettür

tesettür elbise

armine

tesettür tunik

tesettür abiye

replika

replika telefon

replika telefonlar